Barış için Akademisyenler’e yönelik tepkilere dair kaygıların dile getirildiği, demokrasi ve ifade özgürlüğü çağrısı yapan bir metni 611 akademisyenle birlikte imzalayan Cihangir İslam hakkında, çalıştığı üniversite tarafından soruşturma açıldı. Soruşturma sürecini, savaş politikalarının arasında barışın ve demokrasinin akıbetini Cihangir İslam’a sorduk.

Barış için akademisyenler bildirisini imzalayanlar ile dayanışanların da soruşturmalarla cezalandırılmaya çalışılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bildiriyi imzalayanlar bazı ilkeleri hatırlatma görevini yerine getirmişlerdir. Bu ilkeler demokrasi, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük, otoriterlik karşıtlığı ve YÖK'ün aşırı bulunan tutumuna karşı getirilen eleştiridir. İfade özgürlüğünün ölçütü sizi onaylayan kişilerin açıklamaları veya size yağcılık yapanların kendilerini ifade edebilmesi değildir. Sizi tekzip eden, hatta sizinle bir asgari müştereği bulunmayan ifadelerin özgürce dile getirilebilmesidir. Bütün eksikliklerine rağmen cari mevzuatta bu bildiriler hakkında, hem bildiri olmaklık yönünden hem de içerik açısından atfedilebilecek bir suç tanımı yok. Anayasanın 25. maddesi geçerliyse ki elbette geçerlidir; soruşturmaya konu olabilecek bir durum da yok ortada. 25. madde: "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz" diyor.

Bu durumda hiçbir mevzuat bu ilkenin üzerine çıkarak yorumlanamaz. Benzer bir usulsüzlüğü büyük haksızlıklara yol açan ‘başörtüsü yasağında’ da yaşamıştık. Anayasadan kaynaklanan temel haklar, bir elin parmakları sayısınca adamın yaptığı yönetmeliklerle yıllarca çiğnenmemiş miydi? Anayasa Mahkemesi'nin YÖK mevzuatı üzerindeki iptalleri de ayrı bir konu. Bu durumda üniversitelerin soruşturma açmaları mümkün değil. Aldığım duyumlar hukuka uygun soruşturmalardan ziyade insanların siyasi sorulara cevap vermeye icbar edilmesi ve yaptıkları yorumların zapta geçirilmesi ve bunların yargılamaya tabi tutulması. Bunun yanında 'örgüt bağlantılarının' araştırılması. Örgüt bağlantısı araştırmaları neden bir bildiriyi imzalayanlar üzerinde ve bildiriyi imzaladıktan sonra uygulanır? Bu uygulama 28 Şubat tipi bir uygulamadır. Sadece içerik değişmiştir ancak vakıa 28 Şubat'ın bir modelidir. ‘İdeolojinin hukukun önüne geçmesi’ durumudur. Yani müddeinin cari mevzuattaki suç tanımları yerine kendi anlam ve değer dünyasından çıkarsadığı hayali suçları iddia olarak masaya koymasıdır. Halbuki tanımlanmamış 'suçu', suç olarak kabul ederseniz en tepedekinden en aşağıdakine hepimizi bağlayan bir hukuk sisteminden bahsedemezsiniz.

Birçok insanın işine son verdiler. Bu insanlar mahkeme kararlarıyla birer birer işine dönecektir. İş AİHM'e giderse devlet ağır tazminat cezalarına çarptırılacaktır. Bu yanlış uygulamalar bir an önce son bulmalıdır. Kişisel kısa tarihim bile YÖK hakkında yeterli bilgi veriyor bana. 1991-93 yılları arasında başörtüsü yasakları, sistematik işkence karşısında insan haklarını savunan Mazlumder'in kurucusu olduğum için YÖK mevzuatı tarafından soruşturmaya maruz kalmıştım. Ben ve benim gibi birçok kimse açısından değişen bir şey yok. Birilerini birilerinin üzerinde tahakküme ve dayatmalara zorlayan bu mevzuatı kökünden iptal etmek dışında bir çözüm göremiyorum.

Soruşturmayla ilgili ne yapmayı planlıyorsunuz?

Kişilerden ve kurumlardan bağımsız olarak şunu söyleyebilirim; cari mevzuatın bir kısmının Anayasa Mahkemesi tarafından iptali bu tip bir soruşturmaya izin vermiyor. Ayrıca hukuk açısından bakıldığında ortada iddia yok. ‘Neden böyle böyle dedin?’ var. Bu haddini aşan, soranın en temel insan haklarını ihlâl ettiği bir durum. Suçun şartları oluşmaksızın bir insanı soruşturmalarla taciz etmek tipik bir mobbing uygulamasıdır. Kişisel yorumlar ‘mevzuatta tanımlanmış suç’un yerini alamaz. Geçmişte özellikle 28 Şubat döneminde kişisel veya kurum içi hesaplaşmaların da böyle kargaşa ortamları içerisinde karambolden istifade edilmek suretiyle gündeme getirildiğini, belli kişisel hesaplaşmaların ‘şeriatçılık’ veya ‘dincilik’ gibi hayali suçlamalar üzerinden görüldüğüne şahit olduk. Bugün de buna benzer durumlar yaşanabiliyor. Bir şey daha var ki toplumsal gelişmeyi sekteye uğratıyor. Fikri ve düşünceyi cezalandırma teşebbüsü insanların fikir ve düşünce geliştirmesine ket vuruyor.

Neden ‘barış’ veya ‘demokrasi’ demek bu kadar keskin bir konu haline geldi?

Özgürlükler, barış ve demokrasi insanları görece de olsa eşitlemeye yönelik kavramlardır. İnsanlara kendinize verdiğiniz değeri vermiyorsanız, sizin gibi düşünmeyenleri yoksulluğa, işsizliğe mahkûm etmeye çalışıyorsanız bu kavramları taşıyamazsınız. Sırtınızda kambur olur, yük halini alır. Bu duruma düşenlerin başvurduğu yöntem kendi subjektif, bencilce kavramları üzerinden toplumu kutuplaştırarak, bölerek kendisine veya kendini ait hissettiği topluluğa bir imtiyaz alanı açmak olmuştur. Sonuç 'bendensin ya da düşmanımsın' noktasına kadar gider. Bu hegemonik dilin ürettiği ayrım üzerinden bir kamplaştırma oluşturulur. Özgürlükler, barış ve demokrasi gibi kavramların savunusu bu kamplaşmayı ilkesel olarak reddettiği, boşa çıkardığı için bu ilkeleri herkes için savunanlar peşinen düşmanlaştırılır. Bu tip süreçlerle tarihte çok sık karşılaştığımız için teşhisi kolaydır. Durum apaçık. Kamplaşmayı reddediyorsanız hainliğe kadar uzanan bir damgalanma sürecinin içindesinizdir. İzzetbegoviç der ki: "iki şeyi tartışma ve pazarlık konusu yapmayız; Allah'ın Birliği ve insanların eşitliği." İnsan veya evrenin diğer üyeleri üzerinde iktidar kurma hevesine kapıldığınızda adeta tanrılığa soyunmuş olursunuz. Zorlukları olsa da bunu reddetmek her insanın boynunun borcudur.

Yeniden barış ve çözümden bahsettiğimiz günlerin gelmesi için ne yapmalıyız?

Beş yıldır yaşadıklarımız gösterdi ki dış politikada hedeflenenlerin hiçbiri tutmadı. Tam ve kesin bir başarısızlık. Ortadoğu'da patronluğa soyunurken ‘Suud ve Katar’ ile başbaşa kalmak. Hazin bir durum. Ortadoğu'da yapılması gerekenler basitti. Öncelikle İran ve Mısır gibi bölgenin ağırlıklı ülkeleriyle hareket edilmeliydi, bölge dostane bir şekilde, birlikte rehabilite edilmeliydi, bu yapılmadı. Tek başına düzen koyma hevesi, açıkçası iktidar kurma hırsı hakim oldu. İkincisi hiçbir ülkedeki iç kargaşaya taraf olarak girilmemeli, tam tersi arabulucu olarak iç savaşları önlemeye yönelik gerilimi düşüren dostane politikalar geliştirilmeliydi. Tam tersi yapıldı. Etnik, mezhebî ve diğer farklılıklara yönelik ayrılık ve düşmanlıklar körüklenmemeliydi. Burada da tam tersi uygulamaları görüyoruz. Bu yanlış tutumlar bölge halkını da Türkiye'den soğuttu. Oryantalist bir konuma düşüldü. Herşeyi silip yeni bir yaklaşım geliştirilmeli. Savaşları önleyebilecek en büyük güç sivillerdir. Bu yönde çaba gösterilmeli. Çözüm süreci bir an önce kaldığı yerden devam etmeli. Bunun için öncelikle, baştan beri yanlış olan hendek siyasetine son verilmeli. Burada da sivil inisiyatiflerin çok şey yapabileceğini düşünüyorum. Daha fazla can kaybı yaşanmadan arabuluculuk yapılmalı ve hendeklerin terkedilmesi, patlayıcıların temizlenmesi yönünde adım atılmalı. Hendek meselesi çözülmeden masanın tekrar kurulması imkansız görünüyor. Farklı kesimlerden bir grup insan inisiyatif alarak ikna görüşmelerine başlamalıdır.