Roni Margulies

Devrimci partilerin tek bir sorunu vardır. Siz çok daha fazla olduğunu zannedebilirsiniz, ama temel sorun bir tanedir. “Devrim yapmak” değil. Devrimi partiler yapmaz, kitleler yapar.

Temel sorun, devrimi yapacak olan emekçi kitlelerle ilişkilenmek, onlara ulaşabilmek, onlara bir şeyler anlatabilmek, onlardan bir şeyler öğrenebilmektir. Temel sorun budur, çünkü burjuva toplumlarda devrim günlerine kadar, hatta devrim günlerinden epey sonrasına kadar devrimciler toplumun küçük bir azınlığını oluşturur.

Küçük azınlıklar, zaten toplumsal desteği olmayan diktatörleri devirebilir (Küba veya Nikaragua örneklerinde olduğu gibi), ama sosyalizm işçi sınıfının kendi iktidar organlarını yaratması ve bu organlar yoluyla toplumu bizzat yönetmesi demek olduğuna göre, küçük azınlıkların yarattığı rejimlere sosyalizm denmez. Bu rejimler daha öncekinden daha iyi olabilir, ama sosyalizm toplumun “daha iyi” olmasıyla ilgili değil, kimin yönettiğiyle ilgilidir.

Küçük azınlıklar, üniformalı oldukları durumlarda, mevcut yönetimi bir de tankları ve toplarıyla devirebilir; ama buna da devrim değil, darbe denir, dolayısıyla konumuzla alakası yoktur. Gerçi, güzel vatanımızda askerlerin yaptığı şeye bile 27 Mayıs örneğinde olduğu gibi, “devrim” diyebilen “solcular” vardır, ama onları Mustafa Kemal’in kucağında bırakıp geçelim.

Kitlesel mücadelenin tabanı

Devrimci azınlığın sorunu, büyük emekçi kitlelerle arasında köprüler oluşturabilmektir. Adını koyalım, somutlaştıralım. Türkiye’de bugün %50 AK Parti’ye oy veriyor. Geri kalanının %25’i CHP’ye, %15’i MHP’ye. CHP’yle MHP’ye oy veren %40’ın belki hepsi değil, ama büyük bir kısmı Kemalist devletin daha da Kemalist, daha da millî ve toplumun bazı kesimlerine karşı daha da ceberrut olmasını istedikleri için bu partilere oy veriyor. Herkes değişebilir; üstelik bir devrim sürecinde, kitlesel bir mücadele içinde herkes çok değişir. CHP ve MHP seçmenleri de değişebilir. Ama “Kim değişim ister, kim devletin zayıflamasını ve devrilmesini ister?” sorusunun cevabı, ilk elde “CHP’li ve MHP’li” değildir herhalde.

AK Parti seçmeni ise daha karmaşık bir şey. Kendisini muhafazakâr olarak düşünüyor. Ve yaşam tarzı, aile ilişkileri gibi konularda gerçekten de öyle. Ama her açıdan öyle mi? O kadar basit değil. Bir kere, devletle ilişkileri 80-90 yıldır sorunlu, askerle ilişkileri sorunlu, resmî ideolojiyle ilişkisi sorunlu. Dahası bu seçmen, istese de istemese de, birkaç onyıldır hızlı bir toplumsal ve ekonomik değişim süreci yaşıyor. Kafasındaki muhafazakâr dünya görüşü somut koşullar tarafından sürekli sorgulanıyor, tehdit ediliyor, anlamsızlaştırılıyor. Tam da bu nedenledir ki, değişen dünyanın bilinmezliğine ve karmaşasına karşı muhafazakâr yaşam tarzına ve aile ilişkilerine sımsıkı sarılmaya çalışıyor. Ama ister istemez değişiyor. Ve devletin de değişmesini istiyor, çünkü mevcut devletten zaten 1923’ten beri eziyet çekmiş. AK Parti’ye oy veren bu kitle, dindar olduğu için değil, değişim istediği, ama bu değişimi muhafazakâr dünya görüşü çok sarsılmadan istediği için oy verdi ve vermeye devam ediyor.

Uzun lafın kısası, AK Parti seçmeni hem kendisi değişen, hem değişime açık olan, hem Kemalist devlete tapınmayan bir kitleden oluşuyor. Demek ki, Türkiye’de herhangi bir kitlesel değişim mücadelesinin çok büyük bir kısmını bu kitle oluşturacak. Demek ki, devrimci bir parti bu kitleyle, şöyle veya böyle, nasıl bir ilişki içinde olacağına kafa yormak zorundadır.

“Haydi canım, dindar insanlardan bir şey çıkmaz, dindarlar değişim için mücadele etmez” şeklindeki yaklaşımları, cevaplanmaya değmez olacak kadar anlamsız buluyorum. Bu yaklaşımın Marx’tan kaynaklandığını zannedenlerin ise hiç Marx okumamış olduğunu anlıyorum. Dini “ezilenlerin iç çekişi” olarak açıklayan Marx’ın “Dindar kişi gericidir, değişime karşıdır” demiş olabileceğini zannedenler ne Marx’ı anlamış, ne de dünyayı. Arap dünyasında onyılların diktatörlerini kimlerin devirdiğini zannediyorlar acaba?

Dindarlar ve işçiler

AK Parti’ye oy veren %50’yi “dindarlar” olarak tanımlamanın garipliği de cabası. Bazı sosyalistler zannediyor ki bir tarafta AK Parti’ye oy veren dindarlar var, bir tarafta işçi sınıfı ve bu ikisi ayrı şeyler. Oysa işçi sınıfının da %50 kadarının AK Parti’ye oy verdiği açık. Urfa’da ve Maraş’taki devasa tekstil fabrikalarında çalışan başörtülü kadın işçilerin kime oy verdiğini zannediyorlar acaba?

Bu kadınlar (ve yanlarında çalışan erkekler), 15 yıldır memleket gündeminde ana maddeler askerî vesayet, inanç özgürlüğü, başörtüsü sorunu ve Kürt meselesi gibi konular olduğu için, bu konularla ilgileniyor, bu konularda heyecanlanıyor ve görüş beyan ediyor. Dolayısıyla, dindar olmaları ve/veya Kürt olmaları ve/veya askere karşı olmaları ön plana çıkıyor.

Öte yandan, işçi sınıfının sınıfsal/ekonomik mücadelesi, işyerlerindeki mücadele, grevler, direnişler, uzun zamandır dibe vurmuş durumda. Bu, kısmen diğer konuların ezici ağırlığından, kısmen de ekonomik durumun on yıldır büyük ölçüde olumlu gitmesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle de, dindar tekstil işçisinin “dindar” kimliği “işçi” kimliğinden daha baskın görünüyor.

Ama yarın ya da öbür gün sınıf mücadelesi yükselmeye, ısınmaya başladığında (başlayacağından kimsenin kuşkusu olmasın), grev rakamları artmaya, işyerlerindeki mücadele keskinleşmeye başladığında, başörtülü tekstil işçisinin “dindar” kimliği kadar işçi temsilcisi kimliği de görünür olacak. “Dindar” olduğu için greve çıkmayacağını, sendikalı olmayacağını, “gerici” olacağını zanneden yoktur umarım. Elbette greve çıkacak, elbette işçi temsilcisi olacak. İşçi sınıfıyla ilişki içinde olmak isteyen devrimci parti, bugünden, yani işçilerin %50’si “dindar” görünürken ve AK Parti’ye oy verirken ilişki içinde olmak zorundadır.

Köprüler ve çarklar

Ne demiştik? Temel sorun, devrimi yapacak olan emekçi kitlelerle ilişkilenmek, onlara ulaşabilmek, onlara bir şeyler anlatabilmek, onlardan bir şeyler öğrenebilmektir yani Türkiye özelinde, AK Parti’ye oy veren yoksul ve emekçi kitlelerle ilişkilenmektir.

Bu temel sorun, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinde enine boyuna tartışılmıştır. Çünkü sorun, 1920’li yılların Avrupa’sında, Komünist Parti’ler yeni ve küçücükken, işçi sınıfının çok büyük kesimlerinin reformist sosyal demokrat partilere üye olması ve oy vermesidir. Komünistler, bu milyonlarca sosyal demokrat işçiye nasıl ulaşabilecektir?

Bunun yöntemi olarak, Enternasyonal’deki tartışmalar sonucu ‘birleşik işçi cephesi’ taktiği geliştirilir. Şöyle: Küçük Komünist Parti somut konularda ortak bir mücadele yürütmek için büyük Sosyal Demokrat Parti’nin liderliğine teklifte bulunur. “Faşizme karşı veya bir grevin zaferi için veya bir hakkın kazanılması için birlikte mücadele edelim, işbirliği yapalım” der. “Birleşelim” değil, “iki partinin belli bir amaç için ittifakı olarak mücadele edelim”.

Sosyal Demokrat liderlik bunu reddederse, işçi sınıfının önem verdiği bir konuda mücadeleden kaçtığı için kendi tabanının gözünde deşifre olur. Kabul ederse, ne âlâ, hem mücadele güçlenmiş olur, hem de mücadele içinde Komünist işçiler Sosyal Demokrat işçilerle tanışır, tartışır, “nasıl ulaşacağız” sorunu çözülmüş olur. Amaç, Sosyal Demokrat liderlerle değil, tabanla bir araya gelebilmektir, ama bunun yolu, ilk elde, liderlikle konuşmaktan, somut konularda işbirliği yapmaktan geçer.

Kısacası, ‘birleşik işçi cephesi’ taktiği, küçük bir azınlık olan devrimcilerle geniş emekçi kitleler arasında bir köprü kurmanın taktiğidir.

Farklı bir benzetme de kurabiliriz: köprü değil, çark. İşçi sınıfını dev bir çark, devrimci partiyi küçücük bir çark olarak düşünelim. Küçük çark büyük çarkı döndüremez, döndürmeye çalışırsa paramparça olur! Ne gerekir? Araya orta boy bir çark!

Gerekli olan orta boy çark, kurulan çeşitli ittifaklardır, kampanyalardır.

Köprüden geçmek

Tek ve somut birer konu hakkında olan bu ittifak ve kampanyalarda, devrimciler örgütsel bağımsızlığını lağvetmez, görüşlerini saklamaz, sulandırmaz. Amaç zaten köprüden geçip öbür tarafı ikna etmek olduğu için, kendini lağvetmek de, görüşlerini sulandırmak da tamamen anlamsız olur, amaca ters düşer.

Yine somutlarsak, parti olarak yaptığımız kampanyaların hiçbiri yukarıda anlattığım taktiğe tam olarak uymaz. Biçimsel olarak uymaz. Ama amaç aynıdır: “AK Parti’nin yoksul, emekçi seçmen tabanına nasıl ulaşacağız?” sorusuna cevap bulmak. Bu tabanın önemli bir kısmı askerî vesayete, darbelere, savaşa, adaletsizliğe karşı olduğuna göre, devletle didişmekten kaçınmadığını 15 yıldır gösterdiğine göre, bu ve benzer konularda birlikte bir şeyler yapmanın yollarını bulmak, aramızda köprüler oluşturur, orta boy çarklar oluşturur.

Bu çaba içinde olmamak, bunu yapmayı reddetmek, toplumsal değişimi CHP’nin ve MHP’nin tabanından beklemek anlamına gelir. Bekleyenler daha çok bekler.