Berk Efe Altınal

Özel güvenlik en hızlı büyüyen ve kâr eden sektörlerden birisi. Özel güvenlik bir “ihtiyaç” olarak tanımlandı, üretildi ve hayatın her alanına girdi. Olağanlaştırılmış bir olağanüstü hali yaşıyoruz. Havalimanlarında, metrolarda, alışveriş merkezlerinde, sitelerde, restoranlarda, plazalarda, fabrikalarda ve gündelik hayatın sürdüğü diğer her yerde özel güvenlik işçilerini, X-ray cihazlarını ve güvenlik kameralarını görmeye alıştık.

 

Üniversitelerde özel güvenlik birimleri yıllardır protesto edilmelerine rağmen varlıklarını sürdürüyordu. Okul girişlerinde X-ray cihazları ve artık dersliklere kadar girmiş kameralar üniversite mimarisinin bir parçası halini almıştı. Üniversiteler dışarısını ve öğrencileri potansiyel suçlu olarak görüyordu. Güvenlik birimleri polisle de işbirliği içinde çalışıyorlardı, okulun gündelik yaşamının unsuru haline gelmiş ve kendilerini gizleme çabasında olmayan sivil polisler, üniversite kapısında bekleyen ve rektörün bir işaretiyle okula girip biber gazı sıkabilen, gözaltı yapabilen, şiddet uygulayabilen Çevik Kuvvet polisleri ve elbette bir politik soruşturma gündeme geldiğinde emniyete servis edildiğine şahit olduğumuz kamera kayıtları…Polisin üniversitelerde özel güvenliğin yerini alacak olması, üniversitelerdeki gözetim-denetleme mekanizmasının yeniden gündeme gelmesine yol açtı. Bu dönüşümleri eleştirir ve karşı çıkarken bir yandan da bu dönüşümü mümkün kılan neoliberal politikaları da incelemenin gerekli olduğunu düşünüyorum.

Üniversite “pazarı”

Neoliberal dönemde üniversite de yeniden yapılanıyor. Neoliberalizmin kurguladığı yeni yaşamda üniversite ve eğitim tam merkezde duruyor. Neoliberalizmin sunduğu öznelik modeli olan ‘insan-kapital’, bireylerden sürekli kendilerini geliştirmelerini, kendilerine yatırım yapmalarını ve yeni teknolojilere, söylemlere, değişimlere uyum sağlamalarını, ‘esnek olmalarını’ bekliyor. Rekabetçi yaşam içinde “kişisel gelişim” ve “hayat boyu öğrenim” en önemli değerler haline geldi.

Üniversiteler, hem kendilerini “pazarlarken” mezunlarının sahip olacakları harika iş imkanlarını anlatmaya hem de kendi bünyelerinde kısa süreli sertifika programlarına yer açmaya başladı. Bu ideolojinin içerisinde üniversite diploması, bu sertifikalardan “biri daha” haline geldi. Üniversitenin prestiji, büyük şirketlerin insan kaynakları bölümlerinin o üniversitenin diplomasına ve sertifikalarına gösterdikleri ilgiye göre belirleniyor. Üniversitenin yönetimi bir şirketin yönetimi olarak yeniden yapılanıyor. Öğretim görevlilerinden “performans kriterlerini” karşılamaları bekleniyor. Son yıllarda lisanüstü programları ucuz iş gücü anlamına geliyor: “Burslu lisansüstü öğrenci”, üniversitelerde ücretsiz olarak veya çok düşük ücretlerle çalışan, iş güvencesi olmayan asistanlar anlamında kullanılıyor artık.

Öğrencilik de dönüşüm geçiriyor, bir proje, müşteri ve ürün halini alıyor. Liselerde bulunan rehberlik birimleri, yıllar sonra karşılacakları İnsan Kaynakları birimleriyle işbirliği halinde çalışır gibi “danışan” öğrencileri “doğru mesleği” seçmeleri için yönlendiriyor. Üniversite bu meslekte istihdam edilmek için bir araç. Bologna süreciyle ders içerikleri de İK birimlerinin işlerini kolaylaştıracak şekilde standartlaştırıldı.

Üniversitelerde devlet şiddeti

Üniversitenin bu yapılandırılması; kentin, sağlık politikalarının, diğer kamusal hizmetlerin dönüşümünden bağımsız değil. Değişiklikleri kabul etmediğimiz zaman ise karşımızda devlet şiddetini buluyoruz. Geçtiğimiz Aralık ayında ODTÜ’ye bir polis ordusuyla “sefer düzenleyen” Başbakan bu dönüşümleri gerçekleştirirken devletin şiddet kullanmaktan kaçınmayacağı mesajını veriyordu. Gezi direnişi bu dönüşümde polisin rolünün ne olduğunu toplumun gözünde teşhir etmiş bulunuyor. Polis, Gezi’de hangi roldeyse, üniversitelerde de aynı rolde olacak.

Öğrenci hareketi çoğunlukla üniversitenin özerkliğine vurgu yapıyor ve “eşit, parasız, bilimsel eğitim” talebinde bulunuyor. Oysa “eğitim” kavramının neoliberal dönemde aldığı anlamı ve üniversite kurumunun bir “nitelikli” işçi yetiştirme mekanizmasına dönüşmüş olmasını sorunsallaştırmak önemli. “Bilimsel” vurgusu bunu gerçekleştirmiyor, aksine sorunu derinleştiriyor. Bilimin ve üniversite kurumunun egemen sınıfla ve fikirlerle olan bağını değerlendirmek, politik söylemlerimizi buna göre şekillendirmek gerekiyor.