Ozan Tekin

1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantıları on binlerce sistem karşıtı aktivist tarafından basıldığında, Sosyalist İşçi, 1970’lerin sonlarında başlayan karanlık bir dönemin kapandığını ve tüm dünyada sınıflar mücadelesinde ibrenin ezilenler lehine dönmeye başladığını tespit ediyordu. Küresel kapitalizmin sözcülerine yönelik kitlesel protestolar dünyanın çeşitli yerlerinde devam etti, ABD’nin Irak işgaline karşı devasa bir savaş karşıtı hareket dünya sahnesine çıktı, 2008’de başlayan ekonomik kriz birçok ülkede genel grevlerin yaşandığı işçi direnişleriyle karşılaştı.

 

Bütün bu süreci taçlandıran ise 2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan ayaklanma oldu. Batı’nın sıkı müttefiklerinden Bin Ali’ye karşı halk sokakları doldururken, isyan bir anda Arap dünyasının en önemli ülkesi Mısır’a sıçradı. Mısır’da korku duvarı aşıldı ve Yemen, Libya, Bahreyn, Suriye, Suudi Arabistan, Cezayir, Fas, Sudan, Kuveyt ve Ürdün gibi bir dizi ülkede insanlar kendi hayatlarının kaderini ellerine almak için harekete geçtiler.

Arap Baharı, bir yandan bir yüzyıl önce emperyalizm tarafından bölgede oluşturulan statükoya; “medeni” Batı’nın Ortadoğu’ya müdahalelerine, çıkardığı savaşlara, İsrail’in Filistin işgaline ve doğrudan varlığına; bir yandan neoliberalizmin yarattığı yoksulluk ve sefalete; bir yandan da –ister emperyalizmin müttefiki, isterse görünüşte karşıtı olsun- bölgede halkı demir yumrukla yöneten diktatörlüklere karşı bir isyandı.

Ash-sha‘b yurıd Isqat an-nızam!

“Halk düzenin değişmesini istiyor!” Tunus’tan Bahreyn’e, Mısır’dan Libya’ya meydanlar, sokaklar bu sloganla inliyordu. İspanya’daki Öfkeliler’in veya ABD’de greve giden Wisconsinli işçilerin, yola Tahrir’e selam göndererek çıkmalarının bir sebebi vardı. Ortadoğu halkları, belki de on yıllar sonra, devrim kavramını siyasi tartışmaların göbeğine oturttu. Burjuvazinin sözcüleri, medyası dahi “devrim”den bahsediyordu. Sıradan milyonlarca insan, artık böyle yönetilmediklerini göstermek üzere, politika sahnesine “olağandışı” yollardan katıldılar ve evlerine geri dönmeyi reddettiler. Arap devrimleri, böyle yapmanın ve böyle yaparak kazanmanın mümkün olduğunu gösterdi. Tunus ve Mısır’da diktatörler, aşağıdan mücadelenin kazanımları olarak devrildiler.

Yönetenler de eskisi gibi yönetemedi

Hem ayaklanmalarla karşı karşıya kalan dikta rejimleri hem de en gerici rejimlerin varlığıyla bölgeye hakim olan Batı emperyalizmi, bu dalga karşısında ne yapacağını bilemedi. Mısır’da, Tunus’ta diktatörler son ana kadar ABD ve AB’nin önde gelen ülkeleri tarafından desteklendiler. Suriye’de Esad’a “reformları gerçekleştirmesi” tavsiye edildi. Bahreyn’de göstericileri ezmek için Suud tankları devreye sokuldu. Yemen’de, aslında Batı’nın tüm ülkeler için hayali olan “barışçıl geçiş” yaşandı. Libya’ya “katliamcı Kaddafi’yi devirme” gerekçesiyle bizzat askeri olarak müdahale edildi, ölümler birkaç katına fırladığı gibi ayaklanan halk süreçten yalıtıldı, en dinamik unsurları tasfiye edildi. En kitlesel ayaklanmalardan birinin yaşandığı Suriye’de ise, Baas diktatörlüğü, isyan edenlere Arap devrimleri sürecindeki en kanlı yanıtı verdi. Ülkedeki ayaklanma, birkaç ay sonra bir iç savaş hâlini aldı.

Kritik halka: Mısır Devrimi

3 yıla yaklaşan sürecin kaderini belirleyen ülkenin Mısır olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hem bu ülke bölgedeki en köklü ve güçlü Arap devleti olduğu için hem de Ortadoğu devrimlerinin en kitleseli burada yaşandığı için.

Mısır’da son 3 yılda olup bitenler, Lenin’in devrimci süreçler için dediği gibi “hiçbir şeyin olmadığı on yıllar vardır, bir de on yılların yaşandığı haftalar” olduğunu hatırlatıyor. Fakat toplumsal mücadelelerin bu kadar yoğunlaştığı ve keskinleştiği dönemlerde, zaferler ve ilerlemeler kadar mağlubiyetler ve gerilemeler de hızlı yaşanıyor.

Mısır’da 2011 yılında 25 Ocak Devrimi başladıktan 3 gün sonra, Mursi, Müslüman Kardeşler’in önde gelen 24 diğer üyesiyle birlikte tutuklanmış ve hapse konulmuştu. Diktatör Mübarek ise ülkeyi yönetiyordu. 18 günlük sokak gösterilerine katılan milyonlarca insan ve arka arkaya iki günlük genel grev, Mübarek’i koltuğundan etti. Aradaki süreçte serbest kalan Mursi daha sonra Cumhurbaşkanı olarak ülkeyi yönetecek, Mübarek ise devrildikten sonra yargılanarak hapse girecekti.

Bugün ise durum tersine dönmüş gibi gözüküyor. Askeri darbeden sonra Mursi bir kez daha hapiste ve “gözaltı” süresi devamlı olarak uzatılıyor, Mübarek ise yargı kararıyla serbest bırakıldı.

Mursi: Devrimci mi, diktatör mü?

Mübarek devrildikten sonra Mısır’da iktidarı ordu ele geçirmişti. Yüksek Askeri Konsey, Tahrir’in bitmeyen enerjisinin hedefi oldu. Ordunun devrim karşıtı uygulamalarına ve iktidarı sivillere devretmekteki gönülsüzlüğüne karşı kitlesel eylemler yapılırken, ülkede devrim öncesinin en örgütlü muhalif gücü olan Müslüman Kardeşler, bu kargaşaya pek bulaşmadan yapılacak seçimleri kazanmayı bekliyordu.

2012 ortasında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde farklı politik çizgilerden adaylar birbirlerine yakın oylar aldılar. İkinci tura kalanlar ise, Mübarek rejiminin, yani karşı-devrimin adayı olan Şefik ve MK liderlerinden Mursi idi. Ordunun gözetiminde yapılan ve sonuçları bir hayli geç açıklanan seçimler sonucunda, yalnızca Müslüman Kardeşler’in değil, devrimi destekleyen birçok grubun da oy çağrısı yaptığı Mursi, %52 oy oranıyla Cumhurbaşkanı seçildi.

Göreve geldiğinde “Mısır’ın sorunlarını çözmem için bana 100 gün verin” diyen Mursi, bir yıl sonra 17 ila 30 milyon kişi kendisine karşı sokaklarda gösteri yapıyorken “hatalar yaptığını” kabul ediyordu.

Ekmek, özgürlük, sosyal adalet

Birincisi, devrimin “ekmek ve sosyal adalet” taleplerini karşılamamıştı. Tam tersine, tıpkı Mübarek rejimi gibi, Batı’yla ilişkilerini geliştirirken IMF ve küresel kapitalizmin dayattığı programları uygulamak için onlarla Mısır halkını yoksullaştırmaya yönelik anlaşmalar yapmaya yöneldi. Ülke, zaten Ortadoğu’da neoliberalizmin pilot bölgesiydi. Mursi, zenginliği elinde tutanlara hiç dokunmadı, onların daha da zenginleşeceği bir düzen için adımlar attı. Ülkede yıllardır var olan güçlü işçi hareketini bastırmayı denedi. Mısır, 2013’ün Nisan’ıyla Haziran’ı arasında eşi benzeri görülmemiş bir grev dalgasıyla çalkalandı.

2012’nin 30 Haziran’ından 2013’ünkine geçen sürede, geniş kitlelerin “özgürlük” isteği de karşılanmadı. Öyle ki, Mursi, henüz seçildikten birkaç ay sonra, kendi yetkilerini muazzam ölçüde arttıran bir anayasal kararname geçirmek istedi. Buna yönelik sokak hareketi, birçok gözlemciye göre 25 Ocak Devrimi’nden daha büyük kitleleri mücadelenin içine çekmişti. Müslüman Kardeşler iktidarı, bizzat Mübarek’in devrilişinde payı olanlar dahil, toplumun geniş kesimlerini dışarıda bırakan yönelimlere girdi.

Orduyla ittifak arayışı

Mursi’nin belki de en büyük hatası, cumhurbaşkanı seçildiği gün yetkilerini sıfıra indirmeyi deneyen Mısır Ordusu’yla uzlaşmayı denemesiydi.

Mısır’da ordu, sermaye sınıfının organik bir parçası. Kesin bir bilgi olmasa da, toplam sermayenin %15’iyle %40’ı arasında bir zenginliğe sahip olduğu tahmin ediliyor. Mursi’nin iktidarda olduğu dönemde, bırakın ordunun siyaset sahnesinden çekilmesini, generallerin yetkilerini arttıran düzenlemelere gidildi. 2012 sonlarındaki gösterilerin bastırılması için orduya sivilleri tutuklama yetkisi verildi. Grev hareketine karşı Mursi ile Mısır Ordusu işbirliği içindeydi.

Karşıdevrimin hamlesi: 3 Temmuz’da askeri darbe

Bütün bunlar, Mayıs ayında Temerrüd (İsyan) ismiyle başlatılan kampanyanın Mursi’nin istifası için 22 milyon imza toplaması ve 30 Haziran’da sokağa çıkan milyonlarca kişiyle Mısır Devrimi’nin derinleşmesi yönündeki umutları arttırdı.

Tam da bu süreçte, ordu devreye girdi. “Halkın yanında” olduğu iddiasıyla cumhurbaşkanına muhtıra verdi. Mısır’ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanı, kapitalist düzenin koruyucusu olan kolluk güçleri tarafından devrildi. Mursi karşıtı hareketin geniş kesimleri, bu hamleyi bir kazanım olarak algıladı; “ordu ile halk el ele” idi.

Bundan sonra süreç çok hızlı gelişti: Müslüman Kardeşler taraftarlarının çok geniş kitlelerle sokağa çıkarak darbeye direnmesi, ordunun buna katliamlarla yanıt vermesi, olağanüstü hâl yasalarının geri getirilişi, İhvan liderliği ve üyeleri başta olmak üzere tüm muhalif kesimlere yönelik büyük bir baskı ve terör dalgası gelişti. Bu arada, Mısır Devrimi’nin taleplerinin kazanılması için Mursi’ye karşı harekete geçenler sokaklardan –ve bir anlamda siyaset sahnesinden- silindi. Geriye “darbeye kitle tabanı oluşturan” eski rejim artıkları ile neredeyse tüm uluslararası güçlerin ve farklı emperyalist blokların desteğiyle gelen darbeye direnen siyasi güç olarak Müslüman Kardeşler’den oluşan bir siyasi tablo kaldı.

Sisi liderliğindeki cunta, yalnızca 30 Haziran’daki mobilizasyonu kontrol altına almayı değil; o gün sokağa çıkanların belli kesimlerinden de destek alarak 25 Ocak Devrimi’yle elde edilen tüm kazanımlara saldırmayı ve Batı’nın on yıllardır müttefiki olan baskıcı diktatörlüğü yeniden tesis etmeyi amaçlıyordu. Binlerce kişiyi öldürmeyi göze alması, Mursi’yi gözaltına alırken Mübarek’i serbest bırakması, arkasındaki uluslararası destek, bunun bütünüyle Arap devrimlerinin sona erdirilmesine yönelik bir hamle olduğunu kanıtlıyor.

Suriye, emperyalizm ve İslamofobi

Ortadoğu’da siyasal sürecin en yoğun olduğu diğer ülke olan Suriye’de ise, halk ayaklanması Batı’nın inisiyatifi ele geçirme çabası (“insani” müdahale) ile “cihatçı katillerin güçlenmesi” arasına sıkıştırılmaya çalışılıyor. Esad rejimi ayakta kalabilmek için yıllardır tüm muhaliflerin “El Kaideci” olduğunu anlatırken; bugün Özgür Suriye Ordusu birlikleriyle El Kaide bağlantılı gruplar, hatta (ISIS ve El Nusra) El Kaide çizgisindeki gruplar kendi aralarında dahi çatışıyorlar. Bu satırlar yazıldığı sırada Baas rejimi ilk kez “muhalefeti yenemeyeceğini” kabul etmiş ve ateşkes çağrısı yapacağının sinyallerini vermişti. Bu “barışçıl geçiş” önerisi, Yemen’de Batı tarafından sevinçle karşılanarak desteklenmişti. Suriye’de de, Esad’ın kalıp kalmayacağı veya giderse hangi koşullarda gideceği konusunda bir anlaşma sağlandığı takdirde, hem Rusya hem ABD bu seçeneği masaya getirmeye çalışacak. Rejimin yapısının korunması iki tarafın da işine geliyor, tartışma ise bu rejimi hangi tarafa yakın bir ismin yöneteceği ve tarafların çıkarlarının ne ölçüde korunacağı üzerinden yürüyor.

Suriye halkı ise Esad diktatörlüğüne karşı mücadeleye, diğer yerlerde olduğu gibi, özgürlük, insanlık onuru ve sosyal adalet için başlamıştı. Suriye’ye yönelik hamleler de devrimin bu taleplerini izole etmeyi, dolayısıyla hareketi boğmayı hedefliyor.

İslamofobi, 11 Eylül sonrası dünyada ABD emperyalizminin güncel silahıydı. Müslümanlığın her tonu, bunun siyasal ifadeleri tehlikeliydi; hatta “terörist” idi. Neoconlar stratejik planlarını bunun üzerine kuruyorlardı. Bugün hem Suriye’de hem de Mısır’da bu dil yoğun olarak yeniden üretiliyor. Mısır’da darbeye direnenler ordu tarafından “terörizm” ile suçlanıyor, “İslamcılığa” karşı her tür vahşet ve katliamın mübah olduğu anlatılıyor. Suriye’de ise Esad en başından beri ABD’ye “El Kaide’yi desteklediğini” ve bundan vazgeçmesi gerektiğini söylüyor; bugün Batı medyasının sayfalarını büyük ölçüde Suriye’de cihatçıların yarattığı tehlikeyi anlatan haberler süslüyor.

Arap Baharı, dünyayı yöneten bir avuç elit için son derece tehlikeli bir kalkışmaydı. Ortadoğu halklarının aşağıdan yükselen mücadelesinin sona erdiği söylenemez; fakat birçok ülkede iki yıl öncesinin devrim havasıyla kıyasladığımızda daha sorunlu bir konumda olduğumuzu tespit etmek mümkün. Egemenler devrimleri boğmak için silahlarını çektiler; Arap halklarının bu saldırılara verdiği yanıt, dünyanın dört bir yanındaki ezilenlerin kaderi açısından kritik öneme sahip.


Dijital sayı 27 - 11 Mayıs 2021 (pdf)

Dijital sayı 26 - 27 Nisan 2021 (pdf)

Dijital sayı 25 - 6 Nisan 2021 (pdf)

Dijital sayı 24 - 23 Mart 2021 (pdf)

Dijital sayı 23 - 16 Mart 2021 (pdf)

Abone olun

Dostlarımız

Marksist.org

Marksizm 2013

dsip
















Su Hakkı Kampanyası