Meltem Oral

13. İstanbul Bienali’nin küratör tarafından belirlenen kavramsal çerçevesi; akademik çevrelerce de yıllardır iştahla irdelenen “kamusal alan, siyasal forum olarak kamusal alan” gündemini yeniden tartışmaya açtı. Bienal üzerine yapılacak her yorum değişik faktörleri barındırmak zorunda. Hem belirlenen kavramsal çerçevesinin politik muhtevası hem bu çerçevenin bilhassa İstanbul’da taşıdığı anlam, bu anlamın Gezi direnişi sonrası katmerlenmesi, hem Bienal’in sponsorluk ilişkileri hem de söz konusu sponsorların tam da Bienal’in tartışmaya açtığı kamusal alanların özelleştirilmesinde rol oynayan şirketler olması gibi faktörler yorumda bulunurken hesaba katılmalı.

Bienal genel hatlarıyla, son yıllarda kentsel dönüşümden, soylulaştırmadan, kamusal alana yönelik saldırılardan muzdarip dünyanın farklı yerlerinden sanatçıların bu çerçevede, sanatsal olanla eyleme dair olan arasındaki sınırları kimi zaman aşan ya da zaten böylesi bir sınırın olmadığını düşündürten işlerinin yer aldığı, yer almasına çalışıldığı bir sergi olmuş. Ancak Bienal’deki birçok iş güncel sanatın “anlaşılabilirlik” tartışmalarını alevlendiriyor. Sıkı ve düzenli bir güncel sanat takipçisi değilseniz ya da işlerin kavramsal arka planının aktarıldığı sergi kataloğunu hatmetmediyseniz çalışmaların size verdiği “haz” ve düşündürttükleri sınırlı kalıyor. Kavramsal çerçeve Gezi direnişinden çok önce belirlenmiş olsa da ve bu çerçeve direnişin ortaya koyduğu sorunlara denk düşse de; Bienal’in bütününde Gezi’nin ardından yoğun politik vurguya sahip olunmazsa toplumsal muhalefet tarafından tepkiyle karşılanacağı korkusu hissediliyor. Bu durum üretilen işlerin kıymetini gölgeleyen bir yapaylık etkisi yaratıyor. Tam da bu yapaylık, Bienal’e dair bugüne kadar yapılan eleştirilerde üretilen işlerden veya sanatçılardan ziyade küratörün–hatta fazlasıyla kişiselleştirilmiş bir şekilde–merkeze alınmasına kapı açıyor.

Yaşadığımız toplum doğası gereği yapısal çelişkilerle dolu. Kapitalizmin yapısal çelişkilerini gündelik hayattaki birçok pratikten görebiliriz. Sanat da bu çelişkilerden muaf bir alan değil. 13. İstanbul Bienali’ne dair yapılan birçok eleştiri bu çelişkileri ortaya koyan ve çözüm arayan, öneren analizler yerine kuru bir sistem eleştirisinden, “masa masadır” demekten öteye gidemiyor. İstanbul Bienallerinin ve birçok güncel sanat etkinliğinin, kentin “markalaşmasında”, küresel sermaye tarafından bir yatırım alanı haline gelmesinde yani “sıradanların” kamusal alanlardan süpürülüp yerlerini çok uluslu şirketlerin doldurmasında kısaca İstanbul’un soylulaştırılmasında büyük bir rolünün olduğu aşikar. Güncel sanat büyük sermayenin hegemonyası için bir araç olarak kullanılıyor. 2006’da Bienal’le on yıllık sponsorluk anlaşması yapan Türkiye’nin en büyük holdinglerinden Koç için sanat; inşaat ve savunma sanayi gibi bir yatırım alanı. Koç’un sponsor olduğu sanat etkinliğinde kentsel dönüşümü veya silahlanmayı teşhir eden politik bir işin sergilenmesi salt Bienal’e özgü bir çelişki değil. Otuz yıldır tüm dünyada uygulanan neoliberal politikaların temel mantığına aşinayız. Üstelik bu politikalar her yerde “özgürlük, demokrasi, çokkültürlülük, çoğulculuk” gibi kavramların tedavüle sokulmasıyla uygulanıyor. Yani kaba bir tabirle neoliberalizm “Kayserili gibi anamızı boyayıp babamıza geri satıyor.”

Sanat ve sermaye tartışması ortaya konmadan bir Bienal değerlendirmesi yapmak mümkün değil. Ama artık bu ortaya koyuştan daha fazlasına ihtiyaç var zira Bienal’e yönelik eleştiriler de şikayet ettikleri “kendini tekrarlama” durumundan kaçamıyor.1 Eleştirilerdeki temel sorun ya küratörün başarısızlığı ve kişiliğine ya da Bienal’in ne kadar anlaşılmaz oluşuna odaklanması değil. Bienal’i sadece “beyaz küpü” ve ardındaki kurumları hesaba katarak analiz ediyor olmaları. En temel öznenin, sanatçıların yer almadığı Bienal eleştirisi güncel sanatın sorunlarına çözüm üretmekten uzak oluyor. Burada mühim olan, sanatçıların üretimlerinin değerlendirilmesinin dışında sponsorluk ilişkilerini bilerek ve buna rağmen Bienal’i bir alan olarak gören sanatçıların ürettiği işlerle, işlerin sergilendiği mecra arasındaki çelişkiden doğan sıkışmışlıklarının ortaya konması. Ayrıca bu alanlarda yer al(a)mayan sanatçıların görünürlüğünün, koşullarının bu tartışmaya dahil edilmesi. Bu sıkışmışlığı merkeze alarak başlatılan bir tartışma, güncel sanat ve sermaye ilişkisi sorununu sadece Bienallerde gündeme gelen ve yine Bienal kurumları tarafından çözülmesi beklenen bir sorun olmaktan çıkaracaktır.

Güncel sanatın sorunlarını ayyuka çıkaran ve bu sorunların kökten değişiminin sağlanacağı tek alan Bienal değil. Neoliberalizmin yaşamın bütün alanlarına sirayet eden bütünlüklü politikalarından sanat da muzdarip. “Sanat neoliberal politikalar için araç olarak kullanılıyor” deyip, sürecin maşası olarak görüp geçmek mümkün değil. Çünkü o araç haline getirilen “sanat” soyut, kurumlardan ibaret bir alan değil. Aksine çoğu zaman icracılarını neoliberal politikaların faili değil mağduru kılan bir alan. Ancak neoliberal dönüşüm sürecinin içinde olmaya mecbur bırakılan sanatçıların temsili olabilecek mesleki örgütlenmelerin yokluğu veya varolanların etkisizliği maalesef bu sürecin sanatçılar cephesinden sessiz ve sanki onaylanıyormuşçasına ilerlemesine neden oluyor. Özel üniversitelerin sanat bölümlerinin arttığı ve rekabetin kızıştığı, sosyal güvencenin, emekliliğin olmadığı, enstalasyon gibi farklı sanat pratiklerinin Kültür Bakanlığı’nca tanımlanmadığı, İKSV’nin hegemonyasının onu adeta kültür bakanlığı yerine çalışan bir kurum haline getirdiği ve sanata dair neredeyse bir tekel konumunda olduğu, etkinliklerde yarı zamanlı çalışanların esnek, belirsiz ve mobbingle dolu çalışma koşullarında, inşaat firmalarının sanata ayırdıkları milyon dolarlık bütçeleri teşhir etmekten fazlasını yapacak verilerimiz var.

Banka’ya ait bir özel galeride protesto gerçekleştirmek elbette anlamlı. Ancak sermayenin yaşam alanlarımıza dönük tahakkümünü tersine çevirecek “kalıcı” bir hamle için mesela sanat alanında “örgütlenmeyi” tekrar ele almak da anlamlı bir çaba ya da sanatı “ortak yaşamı örgütlemek ve biçimlendirmek” için kullanmak.2 Toplumsal muhalefetin yükseldiği zamanlarda, o güne kadar aşılmaz görünen birçok soruna dair yeni imkanlar doğar. Buna en yakınımızdaki örnek Gezi direnişinin sadece kent hakkını toplumsal mücadelelerin önemli bir başlığı haline getirmiş olması değil aynı zamanda mesela özel sektör çalışanlarının örgütlenmesine dair yeni imkan ve olanakları ortaya çıkarmış olması. Bu alandaki örgütlülük ihtimalini kendine daha güvenli bir tartışma haline getirmiş olması. Sanat “camiasında” da sınıfsal çelişkilerin, üretim süreçlerinin, emek mücadelesinin yer aldığı görülmeli. Son dönemde birçok sanat girişiminin “kâr amacı gütmeyen kurum” söylemi şirketlerin reklam, pazarlama gayelerini karşılarken aynı söylemin sanatçılara ödeme yapmamanın ve emeği görünmez kılmanın gerekçesi olarak kullanılması; teşhirle yetinmeyip “emeğe” sahip çıkmak gerektiğini gösteren örneklerden biri.

Son olarak bu tartışma genellikle, sanatçılara atfedilen “kutsallık” ve etik beklentisiyle el ele gidiyor. “Herkes her şey olur ama sanatçı olamaz” şiarıyla yetiştirilmiş olmaktan mı bilemiyorum. Ama sanatçıların hiçbirimizin idrak edemeyeceği ayrı bir boyutta yaşadığını ve bu durumun doğası gereği biz faniler gibi basit dertleri olmadığını satır aralarında anlatanlar atfettikleri kutsallığın sınıfsal ilişkileri silikleştirdiğini görmüyorlar. Ne sanat toplumun çelişkilerinden arınmış, bağımsız bir fanus ne de sanatçılar üretim ilişkilerinin dışında özgürleşmiş bireyler.