Erkin Erdoğan

Küresel ekonomik krizin sonucu olarak sert bir biçimde uygulanan kemer sıkma politikaları, Avrupa’da sosyal bir felaket boyutuna ulaştı. 120 milyon kişinin yoksulluk riskiyle yaşadığı ve bunların üçte birinin evine yeterince ekmek götüremediği Avrupa’da, insanî yardım kuruluşları kıtayı tekrar gündemlerine alıyor.

Geçtiğimiz haftalarda Kızıl Haç’ın yayınladığı “Farklı düşün: Avrupa’daki ekonomik krizin insani etkileri” adlı rapor, bu anlamda birçok çarpıcı veriyi gözlerimizin önüne seriyor. Rapora göre, Avrupa, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadığı en şiddetli insanî krizin içerisinde. Diğer kıtalarda yoksulluk azalırken Avrupa’da artıyor; işsizlik ve geçim zorluğu bir kartopu gibi büyüyor. Bir yandan yoksullar daha yoksul hale gelirken, bir yandan da orta sınıflardan yoksul kategorisine geçen insan sayısı çoğalıyor. Giderek zayıflayan sağlık sisteminin ve artan göçün yarattığı insani dramlara, artan işsizlik oranları ve durma noktasındaki ekonomiler eşlik ediyor.

Orta sınıf eriyor

Son yıllarda eşitsizliğin iyice derinleşmesinin ve orta sınıfların konumunu kaybediyor olmasının altını özellikle çizmek lazım. Raporda yer alan bir çalışmaya göre, Almanya’da 1997 yılında nüfusun yüzde 65’i orta sınıf olarak nitelendiriliyorken, bu rakam Aralık 2012’de yüzde 58’e geriledi. Bu süre içerisinde 5,5 milyon kişi orta sınıf statüsünü kaybedip düşük gelir grubuna geçerken, yarım milyon orta sınıf üyesi de yüksek gelir grubuna geçiş yaptı. Romanya’da 2008 yılında nüfusun yüzde 20’si orta sınıf olarak tanımlanıyorken, bugün bu rakam yüzde 10. Macaristan’da banka hesapları üzerine bir çalışma yapan denetim şirketi PwC, orta gelir seviyesindeki kişilerin yüzde 80’den fazlasının bankada hatırı sayılır bir parasının bulunmadığını söylüyor.

Çalışma ve Yeterlilik Enstitüsü'nün geçtiğimiz yıl yayınladığı araştırmaya göre, 2010 yılı itibariyle Almanya’daki düşük gelirli çalışan sayısı 8 milyona yükseldi. Bu rakam 1995 yılındaki orana göre 2,3 milyon kişi daha fazla. Almanya’da, brüt saat ücreti 9,15 avronun altında olanlar düşük gelir kategorisini oluşturuyor. Düşük gelir kategorisindeki çalışanların kazanabildiği ortalama saat ücreti ise Batı Almanya’da 6,68, Doğu Almanya’da 6,52 avro seviyesinde, yani 9,15 avroluk sınırın çok daha altında. 2,5 milyon kişi saatlik 6 avro ücretin, 1,4 milyon kişi ise saatlik 5 avro ücretin altında maaşlarla çalışmak durumunda. Mini-job diye tabir edilen, aylık 450 avronun altındaki işlerde çalışanlar ve genç işçiler, ücretlerdeki düşüşten en fazla etkilenen kesimleri oluşturuyor. Ücretlerin bu denli düşürülebilmesini sağlayan yasal zemin ise, 1998-2005 arasında hükümette olan sosyal demokratlar ve yeşiller koalisyonunun yaptığı düzenlemelere dayanıyor.

İşsizlikteki artış, kriz algısını geliştiren en önemli verilerden birisi. Dolayısıyla Merkel hükümetinin üzerinde önemle durduğu şeylerin başında işsizlik oranının artmasına mani olmak geliyor. Almanya’nın, krizin ABD’yi ve Avrupa’da birçok ülkeyi derinden etkilediği 2008 yılından bugüne kadarki ekonomik verilerine bakınca, işsizliğin düzenli bir biçimde yüzde 8 seviyesinden, yüzde 5,2’ye gerilediğini görüyoruz.

Seçimler

Avrupa ekonomileri, borç krizinin yarattığı durgunluğu aşabilmiş değil. Kemer sıkma politikaları hem büyük bir sosyal yıkıma neden oluyor, hem de yavaşlayan ekonomileri durma noktasına getiriyor.

Krizin ekonomide yarattığı etki, siyasal alana radikal alternatiflerin daha da görünür olması şeklinde tahvil oluyor. Ekonominin dibe vurduğu ülkelerde, krizi yaratan politikaların mimarı merkez sol ve sağ partiler geçtiğimiz yıllarda büyük seçim yenilgileri yaşadı. Bununla beraber, krize yanıt üretebilen ve toplumdaki değişim isteğini yansıtabilen radikal sol alternatifler birçok yerde tarihlerinin en büyük başarılarına imza attılar. Birkaç ülkeyi hatırlatmak yeterli: İspanya’da 2011 seçimleri Zapatero hükümetini devirip, sosyal demokrat PSOE’ye 1982’den beri aldığı en büyük yenilgiyi yaşatırken, Birleşik Sol 1996’dan sonraki en büyük seçim başarısını elde etti. Avrupa’da krizin en çok etkilediği ülkelerin başında gelen Yunanistan’da, 2012 seçimleri, kemer sıkma politikalarının mimarı PASOK’a tarihinin en büyük yenilgisini yaşatırken, Radikal Sol Koalisyon SYRIZA yüzde 17 oy oranı ile ülkenin ikinci büyük partisi konumuna yükseldi.

Geçtiğimiz Eylül ayında Almanya’da yapılan seçimler ise, krizin etkilerinin doğrudan hissedilmediği ülkelerde seçmenlerin yeni bir arayıştan ziyade, elindekini kaybetmeme korkusuyla davrandığını gösteriyor. Almanya’da iki dönemdir iktidarda olan Hıristiyan Demokratlar, seçimlerden yüzde 41,5 oy oranıyla, bir önceki seçimlere göre oylarını yaklaşık yüzde 8 arttırarak galip çıktı. Bunun en önemli sebebi, Merkel hükümetinin Almanya’nın ihracata dayanan ekonomisini, yeri geldiğinde batma noktasındaki bazı büyük şirketleri finansal olarak da destekleyerek, koruyabilmiş olması. Bunu aynı zamanda işsizlik oranını düşürerek başarabilmesi, Merkel’i Alman egemen sınıfı için alternatifsiz bir konuma getiriyor. Ancak bu ‘başarının’ arka planında ücretlere dönük saldırılar ve yoksulluğu derinleştiren politikalar var. Merkel hükümetinin şansı, neoliberal yapısal dönüşümün kendi döneminde değil, bir önceki Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller koalisyonu döneminde gerçekleştirilmiş olması.

Solun önündeki görevler

Die Linke’nin seçimlerde sosyal adaleti öne çıkardığı “%100 Sosyal” adlı program ise, krize karşı solun savunması gereken radikal politik hattın köşe taşlarını oluşturuyor. Sol Parti, seçim kampanyası sırasında bu hattı sokakta anlatarak oylarını yüzde 6 seviyesinden yüzde 8,6’ya çıkardı ve ülkenin üçüncü büyük siyasi partisi konumuna gelmeyi başardı. Servetin vergilendirilmesi, Almanya’da yaşayan 800 bin milyonerden alınacak ‘milyoner vergisi’, herkesin insanca yaşayabileceği en az 10 avroluk saatlik ücret, esnek istihdamın yasaklanması, kira artışlarına bir sınır konulması, elektrik ve su tedarikinin anayasal güvence altına alınması, emeklilik maaşlarının insanca yaşanabilecek bir düzeye getirilmesi, herkes için geçerli olacak bir sağlık sigortası sistemi ve küresel barış politikası, bu programın temelinde yer alan ilkeler.

Ancak solun önünde duran en önemli görev, sosyal hareketleri ve sendikaları harekete geçirebilecek bir mücadele hattını sokakta örebilmek. Bunun için var olan grev ve direnişlerin içinde yer almak, küçük mücadeleleri birbiriyle birleştirmek ve aynı zamanda kemer sıkma politikalarına ve sosyal adaletsizliğe karşı siyasi bir alternatifi inşa etmek gerekiyor. Die Linke gibi partilerin önünde duran en büyük tehlike, parlamentarizmin etkisi altına girmek ve sokakla olan organik bağını kaybetmek.

Krizin toplumlardaki kutuplaştırıcı etkisi sadece radikal sol partileri değil, faşist, ırkçı yada sağ popülist eğilimleri de güçlendiriyor. Henüz yeni kurulmuş olan milliyetçi sağ popülist parti Almanya için Alternatif’in seçimlerden yüzde 4,7 oyla çıkmış olması, radikal sağ tehdidin ne kadar güncel olduğunun bir göstergesi. Faşist ve ırkçı örgütlenmelere karşı kitlesel bir mücadele yürütmek ve bunun yanı sıra popülist sağ eğilimin milliyetçi kodlarını teşhir etmek, yine solun önünde duran önemli görevlerden birisi.

Kemer sıkma politikalarına karşı Avrupa çapında süren mücadelenin bir sonraki önemli karşılaşması Mayıs 2014’te yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri olacak. Seçimlerin, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’den oluşan Troyka eliyle uygulamakta olan kemer sıkma politikalarının referandumu şeklinde geçeceğini söylemek abartı olmaz. Grevler, direnişler ve sosyal hareketlerle bağını güçlendiren, krize karşı sokağı örgütleyen ve somut taleplere dayanan bir kampanya, Avrupa’nın siyasi iklimini değiştirecek sonuçlara yol açabilir.