ABD’de finans krizi olarak başlayan, ardından diğer sektörlere yayılan ve giderek tüm dünyayı içine alan küresel kriz, kapitalizmin sorgulanmasına yol açıyor. Krizler kapitalizmin doğasının bir parçasıdır. Çünkü kapitalizm, sistemi istikrarsızlaştıran, anarşiye ve büyük tahribatlara yol açan dinamikler tarafından yönlendirilmektedir. Dolayısıyla günümüzdeki kriz ve ortaya çıkardığı muazzam tahribat bir istisna değildir.
Krize yol açan dinamikleri kavramak, Marks’ın kapitalizme ilişkin analizlerinin ve devrimci olasılıklara ilişkin görüşlerinin merkezinde yer almaktadır. Marks’a göre, işçilerin kapitalist sisteme karşı başkaldırısının nedeni tek başına eşitsizlik ve yoksulluk değil. Bu sorunlar, bir kriz söz konusu olmadığı, işlerin yolunda gittiği dönemlerde de kapitalizmde günlük yaşamın bir parçasını oluşturmaktadır. Sistemi sarsacak düzeyde daha derin toplumsal ve ideolojik etkiler, geleceğe yönelik güvencenin kalmadığı, istikrarsızlığın yaygınlaştığı ve kapitalist krizlerin yol açtığı, işçilerin yaşamlarını büyük ölçüde tahrip eden koşullar tarafından ortaya çıkarılmaktadır.
Kısaca, krizler işçilerin önüne atılan kırıntıların bile güvence altında olmadığı, kapitalist sistemin en asgari koşullarının bile yürümediği bir ortam yaratmaktadır. Dolayısıyla devrimci bir dönüşümün koşulları kapitalist krizlerin etkileriyle ortaya çıkmaktadır, ancak bu kapitalizmin aşılması bakımından bir garanti olmaktan ziyade, bir olasılıktır. Lenin’in dediği gibi, “ne kadar ağır olursa olsun baskılar tek başına bir ülkede her zaman devrimci bir durumun ortaya çıkmasını sağlamaz. Devrimci koşulların olgunlaşması için, yönetici sınıfların da hâkimiyetlerini sürdüremez, eskisi gibi yönetemez duruma gelmesi gerekir.” Krizler, Lenin de belirttiği bu koşulların oluşmasına olanak sağlar.

Marksist yöntem

Marks, kendi döneminde yaşayan kapitalimin savunucularının aksine, “ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişkinin kapitalist üretim biçiminin tüm karakterini belirlediğini” ileri sürmektedir.
Burjuva ekonomistleri, kapitalist sistemin sadece kuralları ve mekanizmalarına odaklanarak, kapitalist ekonomi içinde, ister yoksul isterse zengin olsun, herkesin eşit bir şekilde yer aldığını savunmaktadır. Oysa Marks, üretim alanını da (ücretli emek ve sermaye arasındaki ilişki) analizlerine dâhil ederek, kapitalist ekonomistlerin gözardı ettiği sistem içindeki sınıf çelişkilerinin önemini gösterebildi.
Marks’a göre insan toplumlarının merkezinde üretim yer almaktadır. Üretim, toplumun varlığını sürdürebilmesi için gerek duyduğu şeylerin elde edilmesi için doğanın dönüştürülmesi süreciydi. Sınıflı toplumlarda bu sürecin kilit faktörü, toplumdaki bir sınıfın, bir başka sınıfın emeği karşılığı ürettiklerine el koymasıdır. Feodalizmde toprak beyi, serflerin ürettiklerine el koyarken, kapitalist sistemde bu iki karşıt sınıf, kapitalistler ve işçiler olarak ortaya çıkmaktadır. Marks’ın kapitalizm analizlerinin odak noktası, kapitalistlerin, işçilerin emeğinden nasıl artı değer elde edebildiklerine ilişkindir. Piyasanın işleyiş mekanizmaları nedeniyle, kapitalist sistemde gerçekleşen sömürü, kendisinden önceki sistemlere göre çok daha üstü örtülü bir şekilde gerçekleşir.
Her üretim sistemi, üretim sürecinde emekçilerin emeğinin ne kadarının kullanılacağını düzenlemek zorunda, dolayısıyla emeğin gereksiz şeyler için harcanmaması sağlanılmalı.
Kapitalizmde geçmiş üretim biçimlerinden farklı olarak, insan emeğinin ürettiği hemen tüm ürünler, metadır; bir başka deyişle satış için, piyasaya yönelik üretilir. Kapitalizmde insanlar kendi gereksinimlerinden ziyade, başkaları için üretir ve ihtiyaçlarını piyasadan satın alarak karşılar. Ancak satışa yönelik üretim, daha önceki toplumlarda yapılan ihtiyaca yönelik üretimden çok farklı dinamikler oluşturur. Kapitalizmde üretim süreçleri kapitalistler tarafından kontrol edilmeye; üretimse, kendi emeğini satmaktan başka bir seçeneği olmayan işçiler tarafından yapılmaya başlandı. Kapitalist tarafından satın alınan emek ve makineler, sermayeyi oluşturmaktadır. Kapitalist, para kazanmak için para yatırır.  

Kâr oranları
Kapitalistlerin sermayesi iki bileşenden oluşmaktadır: 1. Sabit sermaye (fabrikalar, makineler, toprak, binalar, ham maddeler, vb). 2. Değişken sermaye (işçilerin emeği). Makineler ve aletler, işçilerin gerçekleştirdiği gibi artı değer üretmez. Örneğin bir çekiç, kullanıldığı sürece değerini üretilen ürünlere yansıtabilir, ama kapitalist çekicin tek başına daha sıkı çalışması veya daha fazla değer üretmesini sağlayamaz. İşçinin iş gücü, kapitalistin yatırdığı paradan daha fazla gelir getirebilecek yegâne kaynağı oluşturur. İşte bu nedenle Marks, makineler ve aletleri “sabit sermaye” ve işçileri emeğini “değişken sermaye” olarak tanımlamaktadır.
Kapitalistler ellerindeki paradan çok daha fazlasını kazanmak için sürekli bir çaba içindedir. Bu sadece kapitalistlerin hırslı veya açgözlü olmalarından değil, rekabetten dolayı böyledir. Farklı kapitalistler arasındaki rekabet, kapitalistleri “sermaye birikimine” zorlamaktadır. Artan oranda daha fazla işgücü ve daha hızlı daha yeni makineler almak zorundadır. Dolayısıyla bir kapitalist açısından asıl güdü üretim değil, daha fazla birikimdir. Asıl hedef üretilenlerin tüketiminden ziyade, kazanılan paradır.
Peki, bir kapitalist koyduğu sermayeden daha fazlasını nasıl kazanmaktadır? Bir başka deyişle kâr nasıl oluşmaktadır?
Kapitalistler açısından kâr elde etmek, ancak işçilerin belli bir süre içinde emekleri karşılığında ürettikleri ürünlerin değerlerinin, aldıkları ücretlerden daha fazla olması durumunda olanaklı olabilir. Dolayısıyla bir kapitalist işe başladığı anda yaptığı yatırımdan daha fazla para kazanabilmesi için, işçilerin emek gücü karşılığında olabildiğince az ödemek ve işçilerin emeğinden olabildiğince çok faydalanmak isteyecektir. Bunu, daha yoğun ve daha hızlı üretimle veya çalışma sürelerini uzatarak yapabilir. Kısaca, işçiler tükettiklerinden daha fazla değerde üretim yapar ve bu artan kısma kapitalist el koyar. Bu, kapitalizmde sömürünün işleyiş biçimidir.
Kâr oranları, sermaye yatırımlarının biçimine bağladır. Teknik gelişmeler sayesinde ürünlerin fiyatları düşme eğilimindedir. Bu tek başına rol oynasaydı, makinelerin değiştirilmesi giderek ucuzlayacağı için, kâr oranları yükselme eğiliminde olabilirdi.

Kâr oranlarının düşme eğilimi
Ancak, durum bundan biraz daha karmaşıktır. Kapitalist şirketler, işçi başına düşen teknoloji yatırımlarını artırdıkları oranda satışlarını artırır. İşçi başına düşen kâr oranları artığı sürece şirketler yatırımlarını artırmayı sürdürür. Bazı kapitalistler bunu yaptığında, rekabette geri kalmamak için diğer kapitalistler de aynı şeyi yapmak zorunda kalır. Dolayısıyla kapitalistler rekabet nedeniyle sürekli yeni teknolojilere, makinelere yatırım yapmak zorundadır.
Rekabetin zorunlu kıldığı bu durumda, rekabeti sürdürmek üzere makineye yapılan yatırımların maliyeti giderek işçi başına düşen satışlardan daha hızlı artma eğilimine girer. Yani, bir aşamada makineye yapılan her yatırım, toplam satışları artırsa bile, işçi başına düşen kâr oranlarının düşmesine yol açar. Buna, kâr oranlarının düşüş eğilimi denir.
Bu eğilim, diğer birçok faktörle bir araya geldiğinde, bir aşamada sermaye süreçleri içinde bir çöküşe yol açarak, krize neden olur.
Ancak kâr oranlarının düşme eğilimi, adından da anlaşılacağı üzerine sadece bir eğilimdir. Çünkü başka birçok karşı faktör, bu eğilimi tersine çevirebilir.
Bunlar arasında şu faktörleri sayabiliriz:
– Yatırımların geri dönüşünün hızlanması (teknolojik gelişme ve idari modellerin değişmesi)
– Krizlerin ardından yaşanan büyüme dönemleri
– Üretim hızlarının artması
– Savaşlar ve silahlanma
– Demografik faktörler (nüfus yoğunluğu, göçler, vb)
Ancak bu faktörlerin çoğu kâr oranlarının düşme eğilimini ancak geçici bir süre engelleyebilir. Kısa bir süre çok daha büyük tahribatlar yaratacak bir krizin çıkması kaçınılmazdır.
Bu nedenle kapitalizmin krizlerinin sürmesi, devrimci dönüşümleri sadece olanaklı kılmakla kalmaz, aynı zamanda acil bir gereklilik haline de getirir.

F. Levent Şensever