Ozan Tekin
Almanya'da yapılan federal parlamento seçimlerinde, muhafazakar parti CDU’nun koalisyon ortağı sosyal demokratlar ciddi bir oy kaybı yaşadı. Angela Merkel’in partisi CDU, tarihi bir düşüş yaşamasına rağmen oyların %33.8’ini alarak birinci parti olurken, sosyal demokrat parti SDP, 2. Dünya Savaşı’ndan beri aldığı en düşük oy oranıyla %23’te kaldı. 2007 yılının haziran ayında kurulan sol parti Die Linke ise, bir önceki seçimde aldığı %8.7’lik oy oranını arttırarak %11.9 oy aldı. Parti, böylece, parlamentoda 54 olan sandalye sayısını 80’e çıkarttı.
80 bine yakın üyesi olan Die Linke, 16 Haziran 2007’de Sol Parti/PDS ve Doğu Almanya’nın bir zamanlar iktidar partisi olan, sonradan aldığı isimle Emek ve Sosyal Adalet- Seçim Alternatifi’nin (WASG) birleşmesiyle kuruldu.
Kurulduğu dönemde, seçim kampanyasının içinde inşa edildi.
Die Linke'nin tüm unsurlarını birleştiren ortak mücadele alanı, yeni-liberalizme karşı direniş hattıydı. Sosyal güvenliğin demokratikleştirilmesi, savaş karşıtlığı asgari ücretin arttırılması, çalışma sürelerinin azaltılması, özelleştirmeye son verilmesi, yeni nükleer santrallerin inşasının önüne geçilmesi, cinsel ayrımcılığa karşı mücadele ve çevresel yıkımı engelleme politikaları, Die Linke’nin programının başlıca unsurlarını oluşturuyordu. “Biz, dünyanın her tarafında "başka bir dünya mümkün" diyerek mücadele eden hareketlerin parçasıyız” diyen yeni sol parti, stalinizmi sosyalizmin kötüye kullanılması olarak gördüğünü ve reddettiğini; özgürlük ve eşitliğin, sosyalizm ve demokrasinin, insan hakları ve adaletin ayrılmaz bir bütün olduğunu savunuyordu. İşçi hakları gibi göçmen hakları için de kampanya yapan Sol Parti “kimlik politikası” ve “emek polkitikası” gibi saçma bir ayrıma gitmediği için geniş destek gördü.
İşçi sınıfının dünyanın her yerinde büyük bir geri çekilme dönemine girdiği 1980’lerden itibaren, Avrupa’daki sosyal demokrat partiler, yeni-liberal politikaların uygulayıcıları hâline geldiler. Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti de bunlardan biri. Bunun üzerine, kıtanın her yerinde siyaset alanında büyük bir boşluk oluştu.
Kitlesel olarak oy attıkları sosyal demokrat partilerin reformizmi, savaş yanlısı tutumu ve yeni liberal politikaları, emekçilerde bu partilere karşı büyük bir öfkenin birikmesine sebep oldu. Ancak 1999’da Seattle’da doğan yeni antikapitalist hareketle birlikte, Avrupa’nın dört bir yanında bu ihtiyaca cevap verecek kitlesel sol partiler kuruldu.
Fransa’da Yeni Antikapitalist Parti, Portekiz’de Sol Blok, Danimarka’da Kızıl-Yeşil İttifak, İngiltere’de Respect, küreselleşmeye, yeni-liberalizme ve savaşa karşı mücadelenin içinden doğan partiler oldular. Almanya’da da Die Linke aynı mücadelenin bir ürünü. 
Die Linke, Alman askerlerinin Afganistan’dan çekilmesini savunan tek parti olarak, bu direniş  hattının bir parçası olduğunu gösteriyordu. Aynı zamanda emekçilerin haklarını savunan, iklim değişikliğine, ayrımcılığa ve cinsiyetçiliğe karşı çıkan politikaları, partiyi geniş kitlelerin umudu hâline getirdi. İlk girdikleri seçimde %8.7 oy almaları, 2009’da ise bunu %12 civarına taşımaları, bunun bir göstergesi.
Almanya’da artık daha güçlü  bir sol var. Emekçilerin, küreselleşme karşıtlarının, antikapitalistlerin sesi daha gür çıkacak.
Türkiye’nin siyaset sahnesinde de benzer bir boşluk var. Sosyal demokrat parti CHP, darbenin, ırkçılığın, savaşın yılmaz savunucusu hâline geldi. Hrant Dink’in arkasından “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürüyenlerin, başörtüsü yasağına karşı çıkanların, darbelere ve Ergenekon çetesine karşı koşulsuz tutum alanların, Kürt sorununda demokratik çözüm isteyenlerin, “Savaşa hayır” diyen milyonların oy atabileceği bir parti yok. Antikapitalist hareketin Türkiye’de yarattığı havanın farkına varmak gerekiyor. Yeni-liberalizme karşı direniş hattını örmek için, genç aktivist kuşağıyla işçileri, başörtüsü takan kadınlarla eşcinselleri, çevrecilerle savaş karşıtlarını bir araya getirebilecek bir partiye ihtiyacımız var.