İspanya'nın tarihi, yayılmacı fetihlerin, baskının ve liderlere karşı direnişin tarihidir. Mike Gonzales, İspanya'nın mevcut hâlini açıklayan değişim mücadelelerini inceliyor.

1930'larda, İspanya İç Savaşı'nın başlamasından birkaç yıl önce, şair Antonio Machado ülkesini, Kastil'in parlak kahverengi toprakları üzerinde paslanmaya yüz tutmuş bir savaş zırhına benzetiyordu. Bu, bir zamanlar var olan imparatorluğunu kaybetmiş, büyük sömürgeci bir gücü temsil ediyordu.

Endülüs Emevileri neredeyse 10 yüzyıl boyunca İber yarımadasını kontrol ettiler. Endülüs Devleti bu dönemin en önemli ve dayanıklı devletiydi. Burası aynı zamanda, en yüksek ifadesini muhteşem Sevilla ve Cordoba şehirlerinde bulan Arap ilminin ve kültürünün de merkeziydi.

 

Yavaş yavaş ilerleyen yeniden fetih dönemi 1492'de Granada'nın kuşatılmasıyla son buldu. Bu da İspanya'nın, Leon ve Kastilya krallıklarının hükümdarları Ferdinand ve Isabella'nın yönetimi altında, bugün bildiğimiz şeklini almasını sağladı.

İspanya, yayılmacı maceralara geç katıldı. 1492'de Portekizli denizciler Ümit Burnu açıklarında geziyor, Doğu'ya giden ticaret yollarıyla Baharat Yolu'nu kontrol ediyorlardı.

İspanya bu zenginliklere ulaşmak istiyordu. Bu sırada, Cenovalı bir denizci, Kristof Kolomb, İspanyollara Hindistan'a gitmek için farklı bir rota önerdi ve batıya doğru yelken açtı. Ancak karaya ilk çıktığı yer Hindistan değil, Karayip Denizi'ndeki Tortuga adası oldu.

30 yıl içinde İspanya, Meksika'dan en güney uçtaki bölgeler olan bugünkü Arjantin ve Şili'ye uzanan devasa bir kıtayı kontrolü altına aldı.

İnka İmparatorluğu'nu mağlup eden Ferdinand Pizarro ve Meksika'yı fetheden Hernan Cortes gibi maceraperest tüccarlar, İspanya Krallığı'na büyük bir gümüş zenginliği kazandırdılar.

Bu zenginliği, Hintli ve Afrikalı köleler, ölümcül madenlerde çalışarak dünya yüzüne çıkardı.

İnsan maliyeti korkunç boyutlardaydı, ancak katliam, tarihin bu durumu "barbarlığa karşı bir haçlı seferi" şeklinde yeniden tanımlamasıyla meşrulaştırıldı. İspanyol İmparatorluğu'nun ilk yüzyılı "Altın Çağ" olarak adlandırıldı.

Sömürgecilik bazı insanları inanılmaz boyutlarda zengin etti, bu insanlar da, bu dönem Avrupa'da sanat alanında yüksek bir noktaya erişen oyun yazarlarını, ressamları ve müzisyenleri himayeleri altına aldılar.
Ancak sömürge zenginliğinin sonucu, toplumu üç yüzyıl sürecek bir feodal rejimde dondurmaktı. Katolik Kilisesi ve onun 'fırtına birlikleri' olan Engizisiyon, ülkeyi kıskançlıkla koruyordu.

Altın ve gümüş, İspanya'nın savaşlarını finanse ediyor, sanayisinin gelişmesiniyse engelliyordu. Ülke, ihtiyaç duyduğu her şeyi Kuzey Avrupa'dan satın alabilecek denli zengin olan krallık ve kilisenin hâkimiyeti altındaydı.

Bağımsızlık

İspanyol İmparatorluğu, 1810'da Latin Amerika'da mücadeleler sonucu siyasi bağımsızlıklarını kazanan yeni cumhuriyetler kurulana kadar, üç yüzyıldan fazla ayakta kaldı.

Ancak bu cumhuriyetler, bu kez de İngiliz, Fransız ve Alman sermayesinin kontrolü altına girdiler.

Son İspanyol sömürgesi Küba da 1898'de özgürlüğünü kazandı, ancak o da giderek büyüyen ABD'nin güdümüne girdi.

Artık İspanya, gerçekle yüzleşmek zorundaydı: Kuzey Avrupa'daki ilerlemelerin gerisinde kalmış, Katolik Kilisesi ve güneydeki zengin toprak sahipleri tarafından yönetilir hâle gelmiş eski bir sömürgeci güçtü.
1923'te, Miguel Primo de Rivera, İspanya'yı hızlıca modernleştirmek için diktatörlük yetkileriyle başa geldi.

Ancak 1929'daki Büyük Buhran dünya ekonomisini derinden yaraladı ve İspanya'nın tarım ve sanayi ürünlerinin satıldığı dış pazarların kapanmasına neden oldu.

Krizi takiben Primo istifa ederken, etkisiz durumdaki yeni kral da yetkilerinden vazgeçti. Bunun ardından, 1931'de içerisinde sosyalistlerin, cumhuriyetçilerin ve muhafazakârların bulunduğu bir koalisyon hükümeti seçildi.

Ulusal Emek Kongresi (CNT) adındaki sendikada yaklaşık iki milyon üyeye sahip olan anarşistlerse, bu hükümet içinde yoktular. Ancak hükümetin tarımda reform, kilisenin iktidarını sınırlama, orduyu profesyonelleştirme ve sendikaları tanıma gibi maddeleri içeren programını desteklediler.

Mahkeme ve askerler, değişime yönelik her girişimi engelledi. İki yıl sonraki seçimlerde anarşistler hükümetten desteklerini çektiler ve sağ kazandı. Sağ, tüm kazanımları geri almaya kararlıydı.

Bu dönemde bütün ülkeyi saran bir direniş vardı. Bunun tepe noktası ise, Ekim 1934'te başlayan ve sonunda hırslı bir albay olan Francisco Franco'nun askerleri tarafından bastırılan, Asturia madenlerinde çalışan işçilerin direnişiydi.

Yeni seçimlerin yapıldığı 1936'ya gelindiğinde, on binlerce militan hapisteydi. Sosyalistlerin, komünistlerin ve cumhuriyetçilerin destek verdiği halk cephesi, devrimcilikten çok uzak olan reformist bir programa sahipti.

Ancak cephenin tabanı, seçim zaferini, değişim sürecini ileri taşımak için bir fırsat olarak değerlendirdi.
Şehirde ve kırsalda büyük bir hareketlilik yaşanıyordu: toprak işgalleri, radikal bir Katalan milliyetçiliği, fabrikalarda işçi komitelerinin hızla artışı ve kilisenin iktidarına yönelik açık bir mücadele.

Direniş

Sağ, Adolf Hitler ve Benito Mussolini'nin desteklediği 1936 Temmuz'undaki askeri darbeye arka çıktı.
Askerler, kolay bir zafer kazanacaklarını düşünüyorlardı. Ancak bunun yerine karşılarında 3 yıl boyunca onlara karşı koyan kitlesel bir direniş buldular.

Faşizm nihayetinde zafere ulaşırken, bunun sebeplerinden bir tanesi de Stalin rejiminin politik entrikalarıydı.

Batılı müttefikler ilgisizce olan bitene seyirci kalırken, Stalin, İspanya işçi sınıfını Rusya'nın dış politikasının çıkarları uğruna feda etmeye hazırdı.

Artık rakipsiz bir lider olan Franco, İspanya halkından korkunç bir intikam aldı. Özellikle de İspanya devletinden bağımsızlıklarını talep eden Katalan ve Basklıları hedef aldı.

Franco'nun tek parti devleti, Katolik Kilisesi'ni eski sahip olduğu konuma getirirken, sendikaları yasakladı ve kadınların bütün haklarını ellerinden aldı. Ağır bir sansür uygulanıyordu.

Bunların hiçbiri, 1953'te İspanya'yla askeri üs inşa etme anlaşması yapan Amerika'yı ilgilendirmiyordu.
50'li yılların sonlarına doğru, uluslararası kapitalistler, İspanyol faşizminin kendilerine sunduğu ucuz emek pazarına yatırım yapmakta hiçbir tereddüt göstermediler.

1962'den itibarense, Barselona'da lastik fabrikalarındaki işçilerin direnişi, Asturia madenlerindeki işçilerin mücadelesi ve kitlesel öğrenci gösterileri yeni bir dönemin kapılarını açıyordu.

Kitle turizmi ve modern sanayi sonunda İspanya'ya ulaşmış olabilirdi, ancak ufak tefek yüzeysel değişikliklere karşın karşın rejim hâlâ baskıcı idi.

Yüksek düzeydeki işçi eylemliliği, Franco'nun son yıllarının en önemli parçasıydı. Franco'nun 1975'te doğal yollardan ölümünden sonra mücadele daha da yoğunlaştı.

1976'daki grevlerde işçiler toplam 110 milyon saat iş bıraktılar. Bask bölgesinde bir yılda 13 genel grev yapıldı.

Franco ölmüş olmasına rağmen, onun devleti ve destekçileri hâlen saraydaydı. Franco halefini de seçmişti: Kral Juan Carlos. Kral ve kapitalist sınıf, 1974'te Portekiz'deki faşist diktatörlüğün yıkılmasının ardından, kendi ülkelerinde patlak veren bu devasa harekete korkuyla bakıyordu.

Kitlesel direnişleri ve cumhuriyet talebini yok etmek için çabuk hareket ettiler. Yeni başbakan Adolfo Suarez önde gelen bir faşistti. Şimdiyse sosyalistlerle ve komünistlerle masaya oturuyordu.

1977'de her iki taraftan siyasi tutsakların serbest kalmasını sağlayacak bir af yasası çıkarıldı. Bu yasa, daha sonra, Franco'nun suçlarının soruşturulmasını engellemek için kullanıldı.

Komünist Parti, monarşiyi kabul etmesi ve devrimin marşı Enternayonel'i söylememesi karşılığında yasallaştırıldı.

Bütün taraflar, 1978'deki yeni anayasayı desteklediler. Üniter devleti kutsallaştıran bu yeni anayasa, Katalan ve Bask uluslarının kendi kaderlerini tayin haklarını reddediyordu.

Bask bölgesi bu anayasaya karşı çıktı. Katalan liderlerse bunu bir "ilk adım" olarak değerlendirdiler, çünkü bu anayasayla Katalanca resmi dil statüsü kazanmıştı.

Barınma, tam istihdam ve düzgün emeklilik haklarını içeren sosyal hükümlerinse hiçbir değerinin olmadığı ortaya çıkacaktı.

Sınırlar

Ancak Moncloa Paktı -ya da diğer adıyla Unutma Paktı- olarak bilinen bu anlaşmalar, yeni İspanya'yı şekillendirdi. Bu anlaşmalar ayrıca, kamu harcamalarında kısıtlamaları ve ücret taleplerine yönelik sınırlandırmaları içeriyordu.

Sağ ve onun sosyalist ve komünist müttefikleri, diktatörlüğün yıkılmasını takiben ortaya çıkabilecek bir toplumsal patlamayı böylece ezdi. Militan güçler büyük oranda etkisiz hâle getirildi.

1981 Şubat'ındaki başarısız askeri darbe, faşizmin hâlâ bir tehdit olarak varlığını sürdürdüğünü kanıtladı.
Franco sonrası uzlaşmanın mirasına, bu uzlaşmadan kâr eden Sosyalist Parti sahip oldu. 1982'de "değişim" vaadiyle iktidar geldiler. Ancak sosyalistler, ulusal hakları daha fazla kısıtlayan ve işçi haklarına yeni sınırlar getiren yasaları desteklediler. İspanya sermayesinin talep ettiği devamlılığı sağladılar; bu da İspanya'nın önce NATO'ya sonra da Avrupa Birliği'ne girmesiyle ödüllendirildi.

Sosyalist Parti liderinin Bask bölgesine yönelik silahlı bir saldırıya adının karışması, birbirini takip eden finansal skandallar ve partinin işsizlik ve enflasyon gibi sorunlara cevap olamaması, kapıları sağa açtı. Halk Partisi, 1996'daki seçimleri kazandı. Lider Jose Maria Aznar, Franco'nun gençlik örgütlenmelerindeki üyeliğiyle övünen biriydi.

Aznar, Afganistan ve Irak'taki savaşları destekledi. Ancak 2004'te, El Kaide'nin Madrid'deki Atocha istasyonuna yaptığı saldırıyı ETA'ya mal edince, halk büyük bir tepki gösterdi. Sosyalistler yeniden hükümet oldular.

Son yıllarda, İç Savaş'ın toplu mezarlarının açılmasına ve böylelikle geçmişle ve hâlâ karşılanmamış umutlarla yüzleşilmesine yönelik toplumsal baskı da fazlasıyla sembolik görünüyor.

(Çeviren: Melih Mol)